Gençler, iklim krizinden ekonomik ve toplumsal problemlere uzanan farklı gündemlerde söz sahibi olmaya ve aktif rol almaya başlarken bir taraftan da belirsiz bir yarına hazırlanmaya çalışıyorlar. Belirsizliğin norm olduğu bir dünyada gençler geleceği nasıl bir yaklaşım ve hangi bireysel donanımlarla karşılamalı? Universum Türkiye Lideri ve Kuşak Araştırmacısı Evrim Kuran’a, gençlerin bu yeni dünyayı nasıl yorumladıklarını, ritmini gün geçtikçe artıran değişime nasıl cevap verdiklerini, hangi kavramların onlar için yol gösterici olabileceğini ve geleceğin kurgulanmasında nasıl roller üstleneceklerini sorduk.

Kendilerinden önceki kuşaklardan farklı olarak yeni kuşaklar hayatın tüm alanlarında değişimin önceki dönemlere göre katbekat hızlı yaşandığı bir dönemi tecrübe ediyorlar. Gençler geleceğe umutla bakabiliyorlar mı? 

Gelecekle uyumlu olabilmek için umutlu olmamız gerekiyor. Geleceğe olumlu bakabilme, olumlu atıflar yapabilme becerisi olarak tanımlayabileceğimiz umut, ne yazık ki on yıllardır sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde de çok daha düşük seviyede. Küresel resesyon, sosyopolitik gerilimler, adı koyulmayan bir savaş, her şeyin olağanca hızda anlamını yitirmesi; pandemi ile iş yaşamını, stresi, zindeliği yeniden tanımlamamıza yol açan kavrayış bunun önemli sebepleri. Yıllardır, pek de şahit olmadığımız bir durumla karşı karşıyayız.

Önceleri, Türkiye’de ve dünyada kuşakların geleceğe bakışlarında belirgin farklılıklar gözlemliyorduk. Yeni kuşakların, gençlerin, daha iyi bir yaşam ve düzene dair umutları çok daha düşük seviyede. Evet, gelecek hiç olmadığı kadar belirsiz. Ancak bu olgunun da ötesini tartışmaya açmak gerekiyor. Sosyal mobilite, bireylerin kendi kuşaklarının ve elbette daha önceki kuşakların sahip olduğu sosyoekonomik düzlemin ötesine geçebilme, bir üst sınıfa dahil olabilme olarak tanımlanır. Türkiye’de ne yazık ki, sosyal mobilite hiç olmadığı kadar geride. Türkiye, Dünya Ekonomik Forumu tarafından yayınlanan Küresel Sosyal Mobilite Endeksi’nde OECD ülkeleri arasında sonuncu sırada. Yani Türkiye’de gençlerin ebeveynlerinden daha iyi bir yaşam sürdürmelerine olanak tanıyan bir düzenden artık neredeyse hiç bahsedemiyoruz. Üniversite eğitimi almamış bir babanın yüksek lisans mezunu beyaz yakalı çocuğu, babasının 30 yaşına gelmeden satın alabildiği arabaya benzer bir arabayı ne zaman satın alabileceğine dair bir umut beslemesi, hayal kurabilmesi, günümüz şartlarında pek de mümkün değil. Dolayısıyla gençler, yetişkinlerin gençliğindeki hayallerini günümüz dünyasında taşıyamıyor. 

Dijital araçlar ve teknolojik imkânlar sayesinde dünya küçülüyor. Kendinden çok uzak bir coğrafyadaki bir gelişmeye anında reaksiyon gösterebilen bir gençlik var. Sosyal gelişmelerin yanı sıra yakın gelecekte, dünya orta sınıf tüketiminin yaklaşık yüzde 35’inin Y kuşağından geleceği ifade ediliyor. Tüm bunlar göz önüne alındığında, gençlerin dünyanın geleceğine dair sorumluluk alma bağlamında durdukları yeri nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Bireysel gerçekliklerine dair umutlarını bir kenara bırakırsak, gençlerin dünyanın geleceğine dair taşıdıkları sorumluluğun bilincinde olmalarını takdire şayan buluyorum. Yeni nesiller, dünyadaki adaletsizliğe, çevre kirliliğine, gezegenimizin geleceğine, kendilerinden önceki kuşaklara göre daha sorumlu hissediyor ve bu yönde çabalarını kolektif bir kimliğe taşımaktan çekinmiyorlar. Ancak, “mış gibi yapan” gelecek vaadindense sahici bir yönetişime, sürdürülebilirliği göz boyamak için yapan kurumlar yerine rasyonel zeminde bilimsel bir akılla buluşturan, karlılıktan öte ilham veren bir amacı önceleyen organizasyonlara ihtiyaç duyuyorlar.

Tüketim alışkanlıkları da buna uygun olarak değişiyor, çevreyi önemsiyorlar; plastik tüketmemeye, daha az pil kullanmaya, enerji tasarrufu yapmaya dikkat ediyorlar. Örneğin, yeni nesiller ile vegan yaşamdan çok daha sık söz etmeye başladık. Şu anda dünyada neredeyse Türkiye nüfusu kadar vegan var.

“Gençlerin dünyanın geleceğine dair taşıdıkları sorumluluğun bilincinde olmalarını takdire şayan buluyorum. Yeni nesiller, dünyadaki adaletsizliğe, çevre kirliliğine, gezegenimizin geleceğine, kendilerinden önceki kuşaklara göre daha sorumlu hissediyor ve bu yönde çabalarını kolektif bir kimliğe taşımaktan çekinmiyorlar.”

Dünyadaki bu değişimin eğitime de yansıyacağı ve eğitim anlayış ve pratiğinde köklü revizyonlar olabileceği yönünde tahminler mevcut. Eğitimin geleceğiyle ilgili öngörüleriniz ne yönde? Türkiye’de bu kapsamda gençleri neler bekliyor sizce? 

Türkiye’de bugün itibarıyla 129’u devlet olmak üzere 208 üniversite, 8 milyonu aşkın da üniversite öğrencisi var. 15-29 yaş aralığındaki gençlerin %29’u ne eğitimde ne de istihdamda yer alıyor. Öte yandan, dünyada her dört kurumdan üçü aradığı yeteneğe erişemiyor. 2030’a geldiğimizde ise dünya genelinde 85 milyonun üzerinde yetenek kıtlığının oluşacağı bekleniyor. 

20. yüzyıla kadar üniversitelerin işlevi, bilgiyi yaygınlaştırmak ve paylaşmaktı. Çünkü bilgiye erişebileceğimiz en hızlı kanal kitaplar ve akademiydi fakat 20. yüzyılı geride bırakırken bilgiye erişimimiz çok daha hızlı bir ivme kazandı, çok çeşitli kanallarda sürekli tazelenen bir bilgi yığını ile mücadele eder olduk. Artık bilmek kadar, doğru bilgi ile yanlış bilgiyi ayırabilmek, pratik, en hızlı sürede fayda sağlayacak olanı fark edebilmek, değişimin ivmesine ve değişen dünyaya ayak uyduracak yetkinliğe sahip olmak daha önemli. Birkaç yıl öncesinin gerçeği ile günümüzün gerçeği, günümüzün gerçeği ile birkaç yıl sonrasının gerçeği birbirinden son derece farklı olabilir. Tam da bu yüzden birkaç yıl süren üniversite eğitimine fazla önem atfetmenin, yaşam boyu öğrenci olma motivasyonunu kırdığını düşünüyorum. Dolayısıyla, küresel ölçekte üniversite eğitimini yeterli bulmuyorum.

Gençleri neyin beklediği ile ilgili tahminler yürütemem, bir fütürist değilim. Ancak araştırma bulguları gösteriyor ki yetenek kıtlığı artacak çünkü iş yaşamında başarılı olabilmek için ihtiyaç duyulanlar sürekli değişiyor ve üniversite eğitimi buna ayak uydurmada yaya kalıyor. Bu nedenle, gençlerin üniversitede aldığı eğitimin ötesine geçebilmek ve yaşam boyu öğrenci kalabilmeye dair iradelerini korumaları gerekiyor. Entelektüel sermayeleri kadar, umut, iyimserlik, yılmazlık ve özyeterlilikten oluşan psikolojik sermayelerini de güçlendirmelerini, rol modeller edinmelerini, geleceğe olumlu atıflar yapabilmelerini sağlayacak koşulları aramalarını, yılmadan, başarısızlıklarla karşılaşsalar da ders çıkararak öğrenmeyi bir yaşam mottosu olarak benimsemelerini öneririm. Organizasyonların da gençleri bu konularda cesaretlendirecek uygulamalarla elini taşın altına koymalarını elzem buluyorum. Organizasyonların istihdamda ve eğitimde yer almayan gençlere ve üniversite mezunu işsizlere destek oldukları, gerek istihdama dair olumlu mesajlarını sahici bir dille aktardıkları gerekse üniversitenin yaya kaldığı öğrenmeyi tüm çalışanlar için önceledikleri bir Türkiye’de geleceğe hazır bir gençlikten bahsedebiliriz.

“Gençlere entelektüel sermayeleri kadar, umut, iyimserlik, yılmazlık ve özyeterlilikten oluşan psikolojik sermayelerini güçlendirmelerini, rol modeller edinmelerini, geleceğe olumlu atıflar yapabilmelerini sağlayacak koşulları aramalarını, yılmadan, başarısızlıklarla karşılaşsalar da ders çıkararak öğrenmeyi bir yaşam mottosu olarak benimsemelerini öneririm.”

İnsan ömrünün uzamasıyla birlikte birbirinden farklı kuşakların bir arada yaşamasına ve çalışmasına daha çok şahit olacağımızı söylüyorsunuz. Demografik devrim olarak da adlandırdığınız, farklı nesillerin bir aradalığının gelecekte nasıl kültürel sonuçlar doğuracağını düşünüyorsunuz? 

Evet, içinde bulunduğumuz dönemi bir demografik devrim ile tanımlıyorum. Tüm kurumların da bu demografik devrimi doğru kavrayabilmesi ve kuşakların birbirinden farklı kodlarını fildişi kulelerinden çıkıp yargılamadan değerlendirmeleri iş barışı için çok önemli. Çalışmaya dair bakış, kuşaklar boyunca değişti ve bugün daha önce hiç konuşmadığımız birçok kavramı konuşuyoruz.

Bebek bombardımanı kuşağı “çalışmak için yaşıyor”ken X kuşağı ile “yaşamak için çalışmak” daha belirgin bir yaklaşım oldu. Öte yandan Y kuşağı ile hayatımıza giren “dengeli yaşamak” beklentisi “iş ve özel hayat dengesi” gibi yeni bir kavramla tanışmamıza fırsat tanıdı. Z kuşağının en önemli beklentisi ise “anlamlı yaşamak”. Çalıştıkları iş ortamının anlamlı bir amaca hizmet etmesi, yeni neslin kurumlar ve liderlerden en önemli beklentisi hâlini aldı.

Bebek bombardımanı kuşağı için kurumun merkezde olduğu bir iş iklimi bulunuyordu; X kuşağı ile ürün ve servis, hizmet merkez oldu. Y kuşağı ile ise işin merkezine tüketici oturdu. Z kuşağı ise iş yaşamında bağlamı merkeze aldığı bir deneyim istiyor. Z kuşağı çalıştığı kurumun, sürdürülebilir çalışmalar, sosyal etki yaratacak işler yapmasını önemsiyor. Öte yandan demografik devrim kuşakların farklı etki kaynaklarına ihtiyacı olduğunu ortaya koydu. Bebek bombardımanı kuşağı için etki kaynağı olan uzmanlık, X kuşağında vakalar olarak kendine yer buldu. Y kuşağı en önemli etki kaynağı akran. Yaşıtlarının hangi deneyimi yaşadığı büyük ölçüde kendi deneyimlerini etkiliyor. Z kuşağında ise ilham veren amaç, en önemli etki kaynağı olarak dikkat çekiyor. Türkiye lideri olduğum Universum tarafından yapılan Dünyanın En Çekici İşverenleri Araştırmamıza göre, “ilham veren amaç”, gençlerin bir şirketi çalışmak için tercih etmek için en önemli gördükleri unsur. Bir diğeri ise “çeşitlilik, hakkaniyet ve kapsayıcılık.” Ancak bunlardan sonra organizasyondaki inovasyon yaklaşımının gençlerin tercihlerinde etkisinin olduğunu gözlemliyoruz.