VitrA'nın 2018 yılından bu yana RIBA (İngiliz Kraliyet Mimarlar Enstitüsü) iş birliğiyle düzenlediği RIBA + VitrA ile Mimar Sohbetleri’nin bu yılki konuşmacısı dünyanın önde gelen mimarlarından Craig Dykers oldu. İskenderiye Kütüphanesi için Ağa Han Mimarlık Ödülü, Oslo Operası için Mies van der Rohe Ödülü ve 2020 Cooper Hewitt Ulusal Tasarım Ödülü dahil olmak üzere birçok ödülün sahibi olan Snøhetta’nın kurucu ortaklarından biri olan Dykers, RIBA + VitrA ile Mimar Sohbetleri’nin İstanbul’daki 5. buluşması kapsamında dinleyicilerle buluştu. Aynı zamanda Amerikan Mimarlar Enstitüsü (AIA) ve Kraliyet Sanat Topluluğu (RSA) üyesi olan Dykers, “Living Buildings, Thoughtful Landscapes (Yaşayan Binalar, Özenle Tasarlanmış Peyzajlar)” başlıklı bir konuşma gerçekleştirdi. Katılımcılar; mimarlık ve peyzajın insan, bitki ve hayvanların doğasıyla uyumu ve iyi bir tasarımın kişinin çevresindeki dünyayla ilişkisini nasıl güçlendirebileceği konularında yol gösterici bilgiler edinme imkânı yakaladı.
RIBA + VitrA ile Mimar Sohbetleri kapsamında İstanbul’da yapılan etkinliklere 2019’da Studio Libeskind’den Daniel Libeskind,2020’de UN Studio’dan Ben van Berkel, 2021’de Heneghan Peng Architects’den Róisín Heneghan ile Shih-Fu Peng ve 2021’de ise SOM’dan Kent Jackson konuk olmuştu.
27 Kasım'da İstanbul Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleşen buluşma öncesi Craig Dykers, VitrA’nın Nişantaşı’ndaki showroomunu ziyaret etti. VitrA ürünlerini oldukça beğendiğini belirten Dykers, mağazadaki teşhirlerin kendi projeleri için de ilham verici olduğunu paylaştı.
Craig Dykers, showroom gezisinin ardından, Eczacıbaşı Yapı Gereçleri Mimar İlişkileri Müdürü Merve Nur Saygı’nın Yaşam Blog için sorduğu soruları yanıtladı. İkili, sürdürülebilirlikten İstanbul'a, peyzajdan insan, bitki ve hayvan üçgeninde uyum yakalama hedefindeki mimari anlayışa uzanan keyifli bir sohbet gerçekleştirdi.
VitrA, 2018'den bu yana Royal Institute of British Architects (RIBA) iş birliğinde RIBA + VitrA ile Mimar Sohbetleri adlı bir etkinlik serisi düzenliyor. Bu serinin bir parçası olarak sizi ağırlamaktan büyük mutluluk duyuyoruz.
Sizce bu tür mimarlık odaklı etkinlikler, tartışmalar ve sohbetler; birey, toplum, kültür ve mimarlık ekosistemi üzerinde nasıl bir etki yaratıyor?
Yıllar geçse de insanların gelip bir konuşmadan bahsetmeleri beni her zaman şaşırtır. Bu, gerçekten harika bir his. Hele ki o konuşma, hayatlarına doğrudan bir değer katmışsa bundan sonra onları bambaşka bir yaşam bekliyor olabilir. Aynı şekilde, bu tür etkinliklerde bizler de bizi etkileyen insanlarla tanışıyor ve bu deneyimleri yıllar sonra bile hatırlıyoruz. Yani aslında temel amacımız ortak hafıza oluşturmak ve samimiyetle örülmüş ilişkiler geliştirmek.
Daha geniş bir perspektiften bakıldığında, mesleğimizin ciddi desteğe ihtiyacı olduğunu görüyoruz. Muazzam miktarda yeni bilgiye ihtiyacımız var. Kendimizi yeniden eğitmemiz, çalıştığımız ya da içinde var olduğumuz dünya üzerine yeniden düşünmemiz gerekiyor. Bu tür etkinlikler hem mesleğimizin hem de bizlerin evrimleşmemize imkan sağlıyor..
“Yaşayan Binalar, Özenle Tasarlanmış Peyzajlar” başlıklı konuşmanızda bu kavramları nasıl tanımlıyorsunuz? Katılımcıların konuşmadan sonra salondan, hangi sorularla ya da düşüncelerle ayrılmasını umut ediyorsunuz?
Bu başlık, insanların mesleğimiz içindeki alanları birbirinden ayırma eğiliminden yola çıktı. Peyzaj bir alana, mimarlık başka bir alana yerleştirilmiş. İç mekân tasarımı ve yapı tasarımı sanki birbirinden tamamen bağımsızmış gibi ele alınıyor. Birbirinden ayrıymış gibi ele alınan bu dünyaları basmakalıp tanımların içine yerleştirmekse yine gayet insani bir alışkanlık.
Dolayısıyla peyzaj mimarlığının yaşayan şeylerle ilgili olduğunu varsayarız ve bina mimarlığını da düşünmekle ya da kavramsallaştırmakla bağdaştırırız. Ama aslında her iki dünya da birbirinden biraz pay alır ve böylece düşünceli bir peyzaj ortaya çıkar. Başka bir deyişle, kavramsal bir peyzaj, peyzajın nasıl yaşayacağını düşünmek kadar önemlidir. Yani temel fikir, bu düşünceleri kendi üzerimizde daha az sınırlayıcı olacak şekilde dönüştürmemiz.
Umarım dinleyiciler, nispeten az tanınan projelerimiz hakkında daha fazla şey öğrenirler. Bu yüzden özellikle bu sohbet için, çoğu Amerika’da gerçekleştirilmiş bir dizi proje seçtik. Dünyanın başka yerlerinde bulunan veya daha büyük ölçekli olan çalışmalarımız daha fazla tanınıyor. Bu konuşmada değindiğimiz projeler daha küçük ölçekli, ve daha samimi yönleri var. Yani bu sohbetimizin dinleyicilere yaptığımız işlere dair daha geniş bir bakış açısı kazandıracağını umuyorum.
Mimarlık ve peyzajın; insan, bitki ve hayvan doğasıyla uyumunu sağlamak için projelerinizde nasıl bir formül izliyorsunuz? Bu dengeyi kuramayan projelerdeki en büyük zorluklar sizce nelerdir?
Ofisimizde önemli olan bir şey var ki o da çoğumuz peyzaj mimarıyız, yapı mimarı değiliz. Yıllar içinde fark ettim ki, ben de dahil olmak üzere mimarlar her şeyi bildiklerini düşünüyorlar ve sadece gördükleri ya da birilerine bir şey yapmaları için talimat verdikleri için peyzaj mimarlığını bildiklerini sanıyorlar. Halbuki peyzaj mimarlığı tamamen farklı bir düşünce tarzıdır.
Aramızda bir akrabalık olsa da, bir peyzaj mimarı ya da bir yapı mimarı olarak dünyayı farklı görürsünüz. Bence formül, bu dış sesleri, mekan yaratmaya ya da yapı mimarisine yönelik tasarımın gelişim sürecine daha güçlü bir şekilde dahil etmek, ikisi arasındaki duvarları yıkmak ve bu arada onları aynı potada eritmemeye çalışmak olmalı. Herkesin aynı olmasını istemiyoruz ama peyzajdan mimarlığa ya da tam tersine geçmek için pasaport göstermek zorunda kalmamalıyız.
Bence bu duygu önemli ve bunu yakalayamayanlar genellikle halen, benim Eski Dünya Modernizmi olarak adlandırdığım, yani herkese ne yapması gerektiğini söyleyen bir üstadın olduğu ve dünyanın geri kalanının da bunu talep ettiği bir anlayışla çalışıyor. Yani herkes mükemmellik istiyor. Her şeyin olması gerektiği gibi görünmesini, hiç değişmemesini, hiç eskimemesini istiyorlar. Projenin her parçası kusursuz bir şekilde inşa ediliyor ki biz de en mükemmel olduğumuzu iddia edebilelim. Ancak dünya ve hayat karman çorman bir yer ve eğer bir fark yaratmak istiyorsak ellerimizi çamura bulaştırmamız gerekiyor, hem de bazen kelimenin tam anlamıyla.
Dolayısıyla, bir taraftan harika şeyler üretme dürtümüzü kaybetmeden bu ütopik idealden uzaklaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Kartpostal manzarası gibi olmayan şeyleri daha fazla kabullenmemiz gerekiyor. Bu iki şey, yani peyzajın gücünü yapay bir yaklaşımla değil gerçek manada kabul etmek ve kendimizi ütopik bir durumdan kurtarmak, içinde yaşadığımız dünyaları dengeleme veya uyumlandırma konusunda daha becerikli olmamızı sağlayacaktır.
Sürdürülebilirlik kavramını mimaride nasıl yorumluyorsunuz ve pratiğinize nasıl dahil ediyorsunuz? Sürdürülebilir, çevreye duyarlı ve insan hakları odaklı mimari yaklaşımların şekillendirdiği dünya için nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?
Eskiden de sıkça telaffuz edilen ama şimdilerde daha fazla dile gelen, ve bizim de her zaman bir parçası olduğumuz bir söylem var: İnşaata bir son vermeliyiz. Aslında yenileyebileceğimiz, yeniden hayat verebileceğimiz ve yenisinden de iyi hâle getirebileceğimiz birçokyer var. Elbette, her zaman yeni bir şeylere ihtiyaç olacaktır ve zaten yenileme projelerinde de çoğu zaman yeni unsurlar ekleriz. Yani geçmişe dönüyor ya da hiçbir şeyini değiştirmedenbir yerleri işgal ediyor değiliz. Elbette her zaman yeni kültürlere uyum sağlamalıyız.
Örneğin bugün daha geniş bir perspektiften baktığımızda, deneysel ortamlarda çalışarak, bazı şeyleri başka amaçlara hizmet edecek şekilde yeniden kullanıma sokabileceğimizi gördük. Eskiden “atık” olarak değerlendirilen birçok malzemeyi yeni amaçlara yöneltebiliyoruz. Örneğin, eski bir lavabo veya armatürü parçalamadan sadece temizleyip yeni bir işlevle kullanıma sokabiliyoruz.
Konuya daha geniş bir perspektiften bakmanın ve mevcut kaynakları değerlendirmenin mimaride de önemli bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Kendi hayatımdan bir örnek vereyim. Kırk yıldır bir arabamız yoktu. Ancak geçenlerde 63 yılı devirmiş bir araba satın aldım. Sırf onu yeniden hayata kazandırabilmek için yaptım bunu. Çünkü emin olun bunun yerine, elektrikli bir araba satın alsaydım sebep olduğum çevresel etki daha fazla olacaktı. Aslında çevre için yapabileceğimiz en iyi şey dışarı çıkıp insanların hurdalıklara yığdığı bu eski püskü şeyleri bulup onlara yeni bir hayat vermek. Ve benim arabam da dahil bir çoğuna hiçbir şey eklemenize bile gerek yok. Sadece temizleyip yağını değiştirip çalışır hale getirebiliyorsunuz. Yeni bir motor takmanız falan gerekmiyor.
Dolayısıyla, bu tarz bir düşüncenin çok faydalı olabileceğini ve sürdürülebilirlik anlayışımızı malzeme, karbon bilimi ve inşaat sektörünün ötesine taşıyabileceğini düşünüyorum. Bunun düşünmemiz gereken en önemli konu olduğunu unutmamalıyız. Biyoçeşitlilik ve karşılaştığımız farklı yaşam ortamları hakkında mutlaka düşünmemiz gerekiyor. Sosyal yapılar ve erişilebilirlik konularına odaklanmalıyız.
Bugün burada konuşan ya da bu tür tartışmalara katılanlar olarak belirli bir ayrıcalığa sahibiz. Ancak bu ayrıcalıklara sahip olmayan insanları, toplumları ve yaşam biçimlerini de düşünmeli ve bu dünyalarla bağlantı kurmalıyız. Sürdürülebilir mimariyi sadece çevresel değil, aynı zamanda sosyal bir mesele olarak ele almak, daha dengeli ve kapsayıcı bir gelecek inşa etmemizi sağlayacaktır.
Kariyeriniz boyunca opera binaları, müzeler ve kütüphaneler gibi birçok kamusal alan tasarladığınızı görüyoruz. Kamusal alanlar üzerinde çalışmayı özellikle mi tercih ediyorsunuz? Sizi bu projeleri yapmaya iten cezbedici yanlar ya da belki de cezbedici zorluklar neler oluyor?
Öncelikle, bu tür yerleri “mekân” değil “yer” olarak adlandırmaya çalışıyoruz. İngilizcede alışılmadık bir durum değil ama mimarlar için önemli bir fark yaratıyor.
Bir “mekân”, sadece etrafına koyduğunuz şeylerle tanımlanan soyut bir boşluktur. Bir “yer” ise herhangi bir şeyden inşa edilen ve onu kullanan şeyle ilişkisi içinde kendini nasıl ifade ettiğine göre tanımlanan bir şeydir. Yani biz ona daha çok bir tezahür olarak bakarız. Belli yerlerle bağlantılı olarak bizler kimiz? Bir yer ne kadar büyükse, ne kadar kamusalsa, o kadar geniş bir insan yelpazesini temsil eder.
Bu, özel konutların muhteşem olamayacağı anlamına da gelmiyor. Elbette birçok etkileyici özel konut var. Fakat sonuçta bunlar o ailedeki insanları temsil eder, ki bu da yararlıdır çünkü küçük bir grup hakkında bilgi edinmek daha büyük gruplar hakkında bilgi edinmeyi kolaylaştırabilir. Ancak yine de asıl etki, tasarladığımız daha büyük kamusal alanlarda ve alanlarda ortaya çıkıyor.
Bu nedenle, kamusal projeleri aktif olarak tercih ediyoruz. Özel projeler tasarladığımızda bile, çevresindeki araziyi, manzarayı ve bu öğelerin mimariyle etkileşimini dikkate alıyoruz. Örneğin, belirli bir kuş türüne ev sahipliği yapan ağaçlar varsa, bu kuşlar sadece o alanla sınırlı kalmaz, başka yerlere de uçar. Yani kamusal alana yönelik bir etki söz konusu. Peyzaj ve mimarinin etkileşimiyle yaratılan havanın niteliği önem taşıyor.
Eğer bir proje sadece ticari bir kazanç sağlamak için yapılıyor veya kamuya satılacak bir meta hâline getirilmek isteniyorsa bu bizim için kırmızı çizgidir. Biz, müşterimizin sağlıklı bir ekonomik temele sahip olmasını isteriz ancak yaptıkları işin dünya üzerindeki etkisini önemsemeyen projelerden uzak dururuz. Ancak bu tür durumlar oldukça nadir. Bize gelen projelerin %99’u, bizim ne yaptığımızı bilen, takdir eden ve bazen anlamasalar bile sürecimizden ders çıkaran kişilerden geliyor. Biz de onlardan öğreniyoruz. Bu yüzden reddettiğimiz projeler çok azdır; 35 yıllık çalışma süremizde, bu tür projelerin sayısı gerçekten bir elin parmaklarını geçmez.
İstanbul’a yıllar önce yaptığınız ilk ziyaretten bahsetmiştiniz. Şimdi birkaç gündür tekrar buradasınız. Son gördüğünüzden bu yana şehir çok değişti mi? İstanbul’un mevcut mimari durumu, uluslararası trendlere ayak uydurma açısından ne gibi avantajlar ve dezavantajlar sunuyor?
Evet, otuz yıl deyince kulağa tuhaf geliyor. Yani buraya ilk gelişimde, şimdi tanıştığım birçok insan daha doğmamıştı bile. O bakımdan, bu oldukça uzun bir süre. Ama bir yandan da düşünün ki söz konusu olan şehir üç bin yıllık tarihi olan bir yer. Dolayısıyla o kadar da uzun bir zamandan bahsetmiyoruz.
Birçok açıdan, şehirde pek çok şeyin değişmediğini fark ettim ve nedenini tam olarak bilmiyorum. Belki mevzuat sebebiyle ya da belki halkın baskısıyla ama büyük ve devasa yapılar genellikle su kenarından uzak tutulmuş ve bazı eski, dar sokaklar korunmuş. Bu da güzel bir şey. Burada hem sakinlerin yerlerini terk etmek istememesi hem de inşaatı sınırlayan yasalar etkili olmuş olabilir.
Nihayetinde, İstanbul hâlâ aynı ruhu koruyor. Bu, özellikle ziyaretçi ya da turist olarak geldiğinizde nadiren hissettiğiniz bir şeydir. Buradaki insanlar sizi dışlamıyor, aksine sizi kendi evinizdeymiş gibi hissettiriyorlar. Sanki, “Sen bizden biri değilsin” demek yerine, “Sen de buranın bir parçasısın” diyorlar. Elbette bu 30 yıl içinde aralıklı ziyaretlerim oldu ve bu hissiyatın devam etmesi harika bir şey.
İstanbul' un barındırdığı tarihi katmanların ve kültürel çeşitliliğin dünya üzerinde eşi benzeri yok. Roma’yı da seviyoruz ancak Roma’nın tarihi, Gotlar ya da Etrüskler dışında çok daha net bir soy çizgisine sahip. İstanbul ise öyle değil. Burada, her şey üst üste binmiş ve her gelen medeniyet, şehri kendi istediği hâle dönüştürmüş. Bu dinamizm, İstanbul’u diğer şehirlerden ayırıyor.
İstanbul, şu an eşim Elaine ile yaşadığımız New York’a da benziyor. New York dünyanın her yerinden gelen insanlarla dolu bir yer. Ve siz de orada dünyanın her yerinden gelen tüm o insanlardan biri olduğunuzu daima hissediyorsunuz. İstanbul belki aynı ölçekte bir göç çeşitliliğine sahip değil ancak tarihsel olarak Asya, Afrika, Orta Doğu, Levant, Akdeniz Avrupası ve Amerika’dan gelen birçok kültürün birleşimiyle şekillenmiş.
Bu etki bugün belki daha az belirgin ancak hâlâ hissediliyor. İstanbul’un bu çeşitliliği ve geçmişten gelen farklı katmanları, herkese tanıdık bir şeyler sunuyor. Bu yüzden buraya geldiğinizde, her zaman bir şekilde buraya ait olduğunuzu hissediyorsunuz.